Mevlana'ya sormuşlar; - O kadar okursun, o kadar yazarsın, ne bilirsin? Mevlana şu cevabı vermiş; - Haddimi bilirim.
Anadolu’nun bilge ozanı Yunus Emre’nin yüzyıllar önce söylediği gibi.
“İlim, İlim Bilmektir. İlim Kendini Bilmektir.
Mevlana'nın hoşgörüsü ve Yunus Emre'nin hümanizmi bize haddimizi bilmemiz gerektiğini öğütlüyor.
Kendimizi bilmek öğretisi, kendimizi tanımaktan geçer.
Atalarımız “İslam’ın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir” derler.
Bizim de haddimizi bilmemiz gerekir.
İnsanın kendini bilmesi, her şeyi bilmesinden önce gelir.
Bilmediklerimiz bildiklerimizin yanında 'sıfır' kalır…
Siyasetçi siyaseti bilmez, güç zehirlenmesine yakalanırsa.
Sanatçı sanatı bilmez, şöhret zehirlenmesine yakalanırsa.
İş adamı işini bilmez, para zehirlenmesine yakalanırsa.
Haddimizi bilmediğimiz ortada, başka söze gerek var mı?
İnsanın kendini, dolayısıyla haddini bilmesinden büyük erdem olamaz.
Örnek verecek olursak;
Evlat haddini bilirse, anne babasını üzmez.
Anne-Baba haddini bilirse evladını üzmez.
Komşu haddini bilirse, komşusunu üzmez.
Öğrenci haddini bilirse, öğretmenini üzmez.
İnsanlar, hesaplarını bildikleri kadar keşke hadlerini de bilseler!
Haddimizi bilmek erdemli bir davranış tabii bir de "haddini bildirmek" var.
O konu biraz çetrefilli.
Haddimizi bilmiyorsak, bilmediğimiz zaman bildirirler.
Tıpkı Ziya Paşa'nın Terkib-i Bend tarzında yazdığı o ünlü beyit gibi.
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
Nasihat ile uslanmayan insanı azarlamak gerekir.
Eğer o insan azardan anlamıyorsa hakkı dayaktır.
“Haddini Aşanlar ” var oldukça
” Haddini Bildirenler ” de var olacaktır.
İnsan hiç unutmamalıdır ki, “Haddini bilmeyenler” kadar onlara “hadlerini bildirecek olanlarda” vardır.
Netice olarak:
Haddimizi bilmek aşağıdaki kıssadan hisse de anlatıldığı gibi, farenin deve karşısında düştüğü aciz duruma düşmemek demektir.
“Küçücük bir fare kocaman bir devenin yularını tutmuş kurula kurula gidiyordu. Kendi küçüklüğünü görmeden:
- Meğer ben ne müthiş bir pehlivan ne müthiş bir yiğitmişim diye böbürlendi. Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, şaşkınlık içinde donup kaldı.
Deve manidar bir şekilde:
- Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden fare! Neden durakladın, neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir! Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin?
Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak sana yakışır mı, dedi.
Fare, mahcubiyet içinde kekeleyerek şöyle cevap verdi:
- Arkadaş! Bu pek derin bir su, boğulurum diye korkuyorum.
Deve suyun içine girip:
- Ey kör fare! Su diz boyu, korkmana gerek yok, dedi.
Fare utana sıkıla itirafına devam etti:
- Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.
Bunun üzerine akıllı deve, ona şu nasihatte bulundu:
- Öyleyse, gurur ve kibre aldanıp da terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Müsamahama kanıp şımarma. Çünkü Allah şımaranları sevmez!
Var git; sen kendin gibi farelerle boy ölçüş!
İyiden iyiye gerçeği anlayıp utanan fare:
- Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, boğucu sudan beni geçir, diye yalvardı.
Deve merhamet edip ona acıdı:
- Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık! Sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zira vazifem senin gibi yüz binlerce âcize hizmet etmektir, dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi”
Bu kıssadan alacağımız çok ders var! Ders alıp, öğüt çıkarana ne mutlu.
Herkes böyle kıssalardan kendine ders çıkarsa keşke ve herkes yerini hududunu bilse! Haddini bilmek demek, kısaca bir insanın neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilerek onun ötesine geçmemesi, ölçüsünü bilmesi demektir. Yorumu siz değerli okuyucularıma bırakıyorum. Saygılarımla…