Tarihimize, kadim medeniyetimizin insanımızı şekillendirdiği dönemlerde, nezaket ve toplumsal görgü kurallarına şöyle bir baktığımızda;
Osmanlı beyefendileri ve hanımefendileri, “Kapıyı kapat!” demezlermiş; “Kapıyı ört, ya da sırla” derlermiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edeptenmiş. Lamba yakılmaz, uyandırılır. Lamba söndürülmez, dinlendirilirmiş.
Osmanlı’da uyuyan birisi uyandırılmak için sarsılmaz veya adı ile çağırılmazdı “Agâh ol erenler!” derlerdi. “Agâh olmak” Allah’ın has sevgili bir kulunun, yani mürşidin gölgesine girmek demekti.
Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edeptenmiş. Kapı eşiğindeki misafirlere ait ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. “Git bir daha gelme” der gibi değil de, “ Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsa” dercesine dizilirmiş.
Canlı cansız her şeyin bir hatırı varmış. Tasavvuf eski büyükler, kendisine arkadaşlık eden, vefa gösterenlerin eski elbiselerinden bir parçayı koparıp alırlarmış. Yumurtayı ucundan çok az kırarlar; fazla kırmayı tahrip olarak düşündüklerinden, tahribin hiçbir türünü sevmezlermiş.
Rahmetli nenem yayla bağından Kahramanmaraş’taki evimize göçerken; dağlarla, taşlarla, ağaçlarla helalleşerek öylece ayrılırdı. Onlarla bir canlı arkadaşı gibi konuşur, ellerini semaya açarak helalleşirdi.” Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, hakkınızı helal ediniz. Seneye bir daha ya görür, ya görüşemeyiz ” diyerek, tıpkı bir insan gibi hürmet gösterir onlarla vedalaşırdı. Eskilerin hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar vefalı ve manalıydı ki...
Eve gelen misafir için kahvenin yanında su da getirilir. Eğer misafir tok ise önce kahveyi içer, açsa suyu içerdi. Buna göre yemek sofrası hazırlanır veya meyve ikram edilirmiş.
Eğer bir evin penceresinin önünde sarıçiçek varsa; “Bu evde hasta var. Evin önünden geçerken, bu sokakta gürültü yapma.” anlamına gelirmiş.
Eğer pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa “Bu evde evlenme çağına gelmiş, bekâr kız var. Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve argo konuşma”‘ anlamına gelirmiş.
Eski evlerin kapıların üstünde biri kalın biri ince iki tokmak bulunurdu. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vurur. Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile rahatça açardı. Erkekse kalın tokmakla kapıya vururdu. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar, ya da bi mahremi ( kocası, oğlu vs. ) açardı.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’ in 63 yaşında vefat etmiş olmasından dolayı, 63 yaşını geçmiş dedelerimiz yaşları sorulduğunda, efendimize hürmeten “Haddi aştık” derlerdi.
Fakir fukara Ramazan ayına erzaksız girmesin diye fitre ve zekât Ramazan ayından önce Şaban ayında verilirdi. Esnaf Ramazan ayında toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin “borç defterini” kapatır bir gariban aileyi mutlu ederdi.
Osmanlı insanı her işinde “Edeb Ya Hu!” derdi, Allah’ı görüyor gibi yaşamaya çalışırlardı. “Bizi takip eden, her halimizi perdesiz, engelsiz gören, şu anda bizim durumumuza bakan Allah var!” mânâsını hatırlatmak için her yere “Edeb Ya Hu!” yazarlardı. Yaşarken kendini ‘Sonsuz Kudret’ karşısında hiç hükmünde gördüklerinden çoğu mezar taşlarına üç harften ibaret olan “Hiç” yazdırırlardı.
Nereden nereye? Kendimize yabancılaştık, nezaketin, güzel ahlakın, gerçek sevginin, hakiki saygının insanlığı kurtardığını ne yazık ki günümüzde unuttuk.
Bu vesileyle tüm okuyucularımın Mübarek Regaip Kandillerini kutlar hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ederim.
Selam ve sevgilerle.