Hava soğuktu…
Dışarıda kar yağmaya devam ediyordu.
Dağ başlarında kopan tipi bu kez şehrin sokaklarına yayılmış haldeydi. Her yer kar boran olmuştu, soğuktan şehir nefes alamıyordu. Birkaç gündür mitralyöz sesleri, mazgallardan uzatılmış mavzerlerden akan kurşun vızıltıları, top atışlarının kulakları sağır eden gürültüsü, sokakları cehenneme çevirmiş durumdaydı.
Serçeler uzun zamandır şehirde yoktu. Nasıl durabilirlerdi ki başlarını sokup korunacakları evler ikişer üçer yakılıyordu. Bir haftadır sokak köpeklerinin sesi de duyulmuyordu. Şehirde ölüm muhakkaktı…
Cami minaresine çıkacak ve ezan okuyacak bir müezzini beklemek saflık olurdu.
Vakit tamamdı… Aylardan şubat, günlerden yedinci gün ve pazar, saatlerden sabah beş idi.
Elif Ana, yorganın altına bastırdığı torunlarını yavaşça uyandırdı. Oğlunun emaneti iki çocuk; biri beş yaşını yeni bitirmişti, diğeri ise daha küçüktü. Zeytin karası gözlerini ninesine çevirmiş bakıyordu Emine. Neler olup bittiğine anlam vermeye çalışıyordu. Elif Ana, bir çift kara gözün hapsinde telaş içerisinde Emine’nin küçük kardeşi Ali’yi giydiriyordu. Kazakları üst üste, çoraplar çift çift… Sonra Emine’ye de ne bulabildiyse giydirdi. Geceden hazırladığı bez bohçayı kapı ağzına yaklaştırdı. Kapıyı hafifçe açtı, dışarıya doğru baktı, tipiden göz gözü görecek gibi değildi ama vakit tamamdı. Emine’yi sırtına aldı, bir çarşafla sıkı sıkıya sırtına bağladı. Ali’yi kucağına bastırdı, ardından onu da bir çarşafla sarıp boynundan aşırdığı bir ilmekle kendine bağladı. Yol, uzun, meşakkatli ve bir o kadar da çetindi.
Elif Ana, kapıyı açtı, dışarıya doğru ilk adımını attı. Biri koynunda biri sırtında iki can taşıyordu. Oğluyla sözleştikleri gibi emanet olan öksüzleri alıp sabah ezanı vakti evden çıktı. Birazdan alevlere teslim olacak olan yuvasına son bir kez daha baktı. Bazen kurtulmak için yanmak gerek diye içinden geçirdi. Tam bir teslimiyet içerisinde başını kaldırdı, tipiden göz gözü görmez haldeki sokağa döndü ve yürümeye başladı. Çok geçmeden sokağın sakinleri artmaya başladı. Karda boranda ne kadar hızlı yürünürse o kadar yürüyebilen insanlar şehrin doğusuna doğru akmaya başladılar.
Cumbalı evlerin duldalarından geçerek, bir Ermeni komitacının mermisine denk gelmeden, bir Fransız askerinin domuz avlamada kullandıkları kurşununa hedef olmadan şehirden çıkmak yetmiyordu. Dört bir yanı sarmış kar ve boranda, bir metreye ulaşmış kar kalınlığında eksi bilmem kaç derece soğukta aç biilaç yollarda ölmemek için mücadele ediyordu Elif Ana ve torunları. Yol uzadıkça yolda kalanlar artıyordu. Komşularıyla oluşturdukları katarın her on metrede bir eksildiğini görüyorlardı. Kimse kimseye el uzatacak durumda değildi. Zaten takati kesilenin bir başkasına el uzatıp yardım istediği de yoktu. Biliyordu ki uzattığı eli tutan da kendisi gibi yolda kalacak, takati kesilecek ve birazdan sabahın loş ışığında beyaz ölüme teslim olacaktı.
Bu büyük kaçkaçtı… Büyük bir imtihandı. Ya evde bekleyip başlarına yağacak top gülleriyle ölecek yahut namusunu ve izzetini korumak için içinde olduğu halde evini ateşe verecekti. Üçüncü bir yol, Allah’a teslim olup son bir umutla evini boşaltıp, bir komitacının kurşununa denk gelmeden, bir Fransız’ın eline düşmeden, kar ve borana yenik düşüp ölmeden şehirden çıkacak bir köye yetişecekti. Elif Ana, yürüdü, şehirde bıraktığı, yiğidi, oğlu, çetesi evladı Hasan’a söz verdiği gibi takati kesilene kadar yürüdü. Sırtındaki Emine için, kucağındaki Ali için yürüdü. Yollarda sarplaştığında, kar kuşak boyuna ulaştığında, nefesi kesilir gibi olduğunda durdu. Geriye dönüp şehre baktı. Doğduğu, sokaklarında oynadığı, genç kız olup umut beslediği, gelin olduğu, çocuk büyütüp ana olduğu şehrin yangın yerine döndüğünü gördü. Ağlayacak halde değildi, buna vakti yoktu. Aç kurtların ulumaları da pek uzaktan gelmiyordu. Yola revan oldu. Kendinden önce gidenlerin açtığı çığırı takip ediyordu. Kucağındaki Ali’nin iniltisini yüreğinde hissediyordu. Bir taraftan yürüyor, bir taraftan “Takatimi arttır Allah’ım!” diye dua ediyordu. Sırtın taşıdığı Emine’nin sıcak nefesini ensesinde hissediyor, kesik kesik gelen kuru öksürük sesini duyuyordu. Şehrin yamacına vardıklarında artık kar yağmıyordu ama ciğerlere işleyen bir fırtına dağlara hâkim olmuştu. Güneş her şeye rağmen doğmaya azmetmişti. Elif Ana, önünde giden başka bir ananın önce durduğunu, sonra cin çarpmışçasına çırpındığını gördü. Genç kadın kundağa sarıp sarmaladığı bebeğini sallıyor, uyandırmaya çalışıyordu. Elif Ana, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ki ananın dağları titreten, fırtınanın sesini bastıran çığlıyla irkildi… “Hüseyin’im canım yavrum…”
Elif Ana, par tutuş halde kucağındaki Ali’nin ağzına yanağını dayadı, nefes alıyordu. Ali’m demeye dili varmadı. Evladının emaneti, öksüz Ali’sini bağrına bastı. Yürümeye devam etti. Başına toplanmış yaşlı adamların sakinleştirmeye çalıştığı, yüreği dağlanmış genç ananın “Hüseyin’im, canım yavrum!” feryatları yeri ve göğü inletirken Elif Ana, sırtında zeytin karası gözleriyle Emine’si ve öksüz Ali’si ile ölümden uzağa bir adım daha atıyor, umuda yürüyordu…
Yüz yıl önce, 7 Şubat 1920 günü, Maraş’ta zulme ve işgale karşı baş kaldıran Maraşlı erkekler, şehirlerini canla başla savunurlarken, şehir yangın yerine dönmüştü. Yaşlılar, çocuklar ve kadınlar şehrin doğusundaki ve batısındaki köylere doğru çekilmeye başlamışlardı. Bu olay, “Büyük Kaçkaç” olarak tarihe geçmiş, bir metreyi aşan karda, göz gözü görmez hale getiren tipide çocuklarını kurtarmak için yola düşen anaların birçoğu yolda evlatlarını yitirmiş, birçoğu evlatlarının üzerine kapanıp canlarını birlikte teslim etmişti. 100. Yılında Maraş’ın İstiklal Mücadelesinde şehit düşen yiğitlerimizi, vatanı için canından, can pareleri evlatlarından vazgeçen Maraşlı analarımızı rahmet ve minnetle anıyorum.